“Koruyan” ve “Kollayan” Olarak Din, Devlet ve Siyaset
Siyasetin
başat problemi meşruiyetin kaynağıdır. İnsani bir etkinlik kabul edilen siyasi
meşruiyetin kaynağı kutsala değil, insani eylemlere dayandırılır. Öyleyse siyasi
meşruiyetin kaynağı veya karar merkezi de bu güçtür. Siyaset, karar verme
etkinliğidir.
Modern
devlette egemenlik meşruiyetini halktan alan devlete özgüdür ve bu yüzden
Ortaçağ ve günümüz teokratik rejimlerde olduğu gibi egemenlik Tanrı ve onu
temsil yetkisine sahip olduğunu iddia eden iktidar, kilise, ruhban ve din
adamlarına ait değildir. Haliyle iktidarın kaynağı ilahi değil beşeridir. Bir
başka ifadeyle, modern devletlerde meşruiyet mekanizmaları ilahi olanı değil
toplumsal ve siyasi olanı temsil eder. Devletin dini veya ilahi bir figür
olarak merkeze konulması, otoriter-totaliter rejimler için bir güç odağı
yaratılmasına yol açar. Güçlü devlet teorisi merkezli bu düşünce devletin
ilahiliğinin pekiştirilmesi ve siyaset sahnesine ilahi olanın temsilci olarak
pazarlanmasını sağlamaktadır. Bir başka ifadeyle “din devleti” teorisi ile
otoritenin öne çıkarılması ontolojik anlamda siyasal bir mit oluşturmayı
amaçlamaktadır. “Koruyan” ve “kollayan” veya “koruyorum öyleyse emrederim”
formülasyonu diyalektiğinde olduğu gibi.
Devlet bir
düzen kurma aracı olmakla beraber meşru güç kullanma tekeline sahip politik bir
aktördür. Bilhassa devlet tüm politik ve
ahlaki olanın kaynağını kendinde bulur. Böylelikle ilahi olan ile siyasi olan
arasına keskin bir ayrıma giderek etiği ontolojiden bağımsızlaştırmış olur.
Meseleye özellikle modernite açısından bakıldığında problemin neşet ettiği
kaynağın ne olduğu anlaşılmış olur. Ulus devletin politik egemenliği sadece iç
politikada değil aynı zamanda dış politik alanda da onu siyasi bir aktör kılar.
Bu durumda devlet, düzeni korumakla birlikte emretme yetkisini de içeren bir
kurum olarak kayda geçer. Zira devletin işlevi bir değerler hiyerarşisi sunmak
değil topluma varoluşsal bir gerçeklik kazandırmaktır. Bununla birlikte,
adaletsizliğin yerine adaleti, tahakküm ve şiddet yerine özgürlüğü,
eşitsizliğin yerine ise eşitlikçi bir düşünce kurmaktır.
Bir bakıma
bir siyasal paradigma olarak devlet varlığın tezahürleriyle çatışmaz, mevcudun
hakikatiyle örtüşen bir kurumsal kimlik sergiler. Ancak gerek seküler anlamda
modern gerekse de varlığını ilahi olan ile özdeşleştirilen klasik devlet kuramı
günümüzde birçok sıkıntılara gebedir denilebilir. Diğer bir ifadeyle, hâli
hazırda insan eylemlerini belirleyip onu yönetmeyi amaçlayan bu tip siyasi
yönetimlerde totaliterlik kaçınılmaz olur.
Devlet ve
ilahi olanın özdeşleştirilmesi demek, siyasetin kutsallaştırıldığı anlamına
gelir. Çünkü devletin dayandığı temel ilahi/kutsal olunca, bir bakıma siyasi
olan ile bağlantılı her şeyin de ilahi olduğu sonucunu doğurur. Her nasıl ifade
edilirse edilsin, dinin siyaset ile özdeş kılınması onun politik çarkın içine
mahkûm edilmesi demektir. Devletin ilahi olan üzerinden şekillenerek totaliter
bir hüviyete bürünmesi günümüz dünyasında birçok sorunu da beraberinde
getirmiştir. Yukarıda zımnen ifade edildiği gibi, siyaset ilahi olanı değil
beşeri/insani olanı içerir ve buna ilişkin politik kararlar da insanın yapıp
ettikleriyle ilişkilidir. Dahası siyasi olan konusunda belirleyici olan ve onu
tayin edici varlık insandır. Siyasetin kutsal kabul edilen herhangi bir
norm-yasa ile kayda alınması ise bizatihi siyasetin kendisini mutlaklaştırır,
tartışılmaz kılar ve lehte-aleyhte her türlü eleştiriye kapatır. Ancak politik
düşüncenin köklerinde, bir yandan çatışmacı ve gücü ele geçirmeye yönelik bir
durum ön plana çıkarken, öte yandan da onun tinsel/ilahi bir varlık olarak
tezahür etmesi siyasi olanın kartezyenci yönünü gösterir. Diğer bir deyişle,
siyasetin öznesi insan olduğuna göre karar mercii de yine insan ve
eylemleridir.
Siyaset
insanların icrasıyla gerçekleşir ve insan yeni etkinlikler geliştirebilmeye muktedir
bir varlıktır. Eylemde bulunmak insanın ayırt edici ve farklı bir özelliğidir. Devlet
ve siyasetin tıpkı Ortaçağ’da olduğu gibi mutlak bir ilahi gücün yansıması
olarak tasavvur edilmesi insanı kendi öznelliğinden mahrum bırakır. Böylelikle
insan karşı konulamaz bir tahakkümle karşı karşıya kalmış olur.
Siyasi
İlahiyat kitabında Carl Schmitt, modern devlet teorisi kavramlarının
sekülerleştirilmiş teolojik kavramlar olduğunu iddia eder. Buna göre egemenlik
kavramı da söz konusu olduğunda durum tam da buna karşılık gelir. Her şeye
muktedir kanun yapıcı, mutlak güç sahibi Tanrı’nın dünyevi bir versiyonudur. Bu
anlamda Schmitt, “Modern devlet
kuramının bütün önemli kavramları, dünyevileştirilmiş ilahiyat kavramlarıdır.
Sadece tarihsel gelişimleri dolayısıyla değil, çünkü bu kavramlar ilahiyattan
devlet kuramına aktarılmışlardır, örneğin her şeye kadir Tanrı, her şeye kadir
kanun koyucuya dönüşmüştür. Bu kavramların sosyolojik yönden incelenmesi için
anlaşılması gereken sistematik yapıları dolayısıyla da
dünyevileştirilmişlerdir.” (Carl Schmitt, Siyasi ilahiyat, çev. Emre Zeybekoğlu, Dost Kitabevi Yay. s.
41)
İlahiyat
kavramlarının bu şekilde kullanılması günümüz politiğinde hukuki kavramaların
ve onların sosyolojik yapılarının anlaşılmasında önemli bir yer tutar. Kadiri
mutlak kavramında Tanrı, insanların politik ve toplumsal hayatlarını düzenler,
uymaları ve uymamaları gereken emirler, yasalar ve kanunlar tayin eder. Tanrı
bütün alanı ihtiva eder ve emirleri zorunlu olarak itaate dayanır. Tanrı mutlak
kanun/yasa koyucudur ve meşruiyetini kendisi dışında kimseden almaz. İtaat
etmeyenlere karşı cezai müeyyideler koyan Tanrı, insana karşı bir dizi yaptırım
uygular.
Modern
siyasal ideolojilerde İlahi olanı taklit eden toplumlarda siyaset kutsal ile
özdeşleştirilerek kendisine manevi bir paye biçer. Buna göre anayasal bazı
temel prensipler, tanrısal yargılar içerir ve “değiştirilmesi teklif bile
edilemez” niteliklere sahiptir. Politik dünyaya aktarılan bu yargılar sözünü
ettiğimiz gibi üstü örtülü de olsa manevi bir koruma/korunma işlevine sahiptir.
Özünde aynı role sahip bu nitelikler kavramsal farklılığın ötesine gitmez.
Çünkü değişmez tanrısal hükümlerin taklidi modern devletlerin hukuken
arzuladıkları mitolojik bir idealdi. Buna göre modern hukuk teolojiden kopmaz,
onu taklit eder. Siyasetin onto-teolojik stratejisi ise otoriteyi ilahiyatın
desteğiyle kendi hükmü altına almaya çalışarak gücünü pekiştirmektir.
Dinin
devletin yanında olması vurgusunun öne çıkarılması sivil dinin politik dine
evrilmesi sonucunu doğurur ve bu durumda devlet ve benzeri yönetim güçlerinin
arkasına saklanabileceği mutlakiyetçi bir egemenlik ortaya çıkmış olur. Haliyle
doğayı aşan Tanrı gibi, toplumu aşan aşkın ve mutlakiyetçi/egemenlikçi bir devlet
fikri kaçınılmaz olur. Seküler siyasetin teolojik temellerinin de böyle bir
sürece ilişkin olduğunu da belirtmekte fayda var. Dinin siyasetin teolojik
temellerine atfı ise dinin ideolojik kullanımına işaret eder. Yani, bu bir
yönüyle de dinin araçsallaştırılması olarak ifade edilebilir.
Devlet ve
siyasal ideolojilerin temelde din ve bu minvalde ilahi olana özgü kavramlardan
yararlanması da bunu göstermektedir. Diğer bir ifadeyle günümüzde dinileşme ile
sekülerleşme (teoloji-politik/politik-teoloji) iki farklı kavram olarak öne
çıksa da “dini olan”ın seküler olanı, seküler olanın ise “teolojikleştirilme”
içerdiği söylenebilir. Cumhuriyete dayalı devlet idealinin sekülerliği ve İslamiliği
tartışmaları konunun anlaşılması için yeterli olacaktır. Zira İslam dünyasında
sekülerleşme özünde İslamileşmeden kopuk bir politika izlemez, aksine teolojiyi
de içeren bir yol izleyerek özcülük yapar. Bu nedenle İslam dünyasında, temelinde din
olmayan siyasetin toplumda karşılık bulması imkânsız görünür. Diğer bir
deyişle, bu toplumlarda sivil din siyasal din ile çatışmaz, aksine onun
besleyen bir politika izleyerek somut bir karşıtlık sergilemez. Başka türlü
söylersek; din, devlet, iktidar ve siyasal ideolojiler için gerekli bir
kurumdur.
Modern
yelpazede yer almasına rağmen sekülerlik, İslamcılığın siyasal versiyonudur
ifadesi yerinde olur. Bu bağlamda hak, güç, iktidar ve egemenliğin topluma özgü
olması bu gerçeği değiştirmez. Bu nedenle İslam dünyasında dindarlık gibi
sekülerlik de totaliter bir siyasi hareketi ya da ideolojiyi kamusallaştırarak
kutsallaştırır ve onu kutsal bir şiddet aracı olarak görerek kendi bünyesine dâhil
etmeyi ister.
İktidar
inşasında dinin diğer iktidar mekanizmaları gibi devletin ideolojik
aygıtlarından birini oluşturuyor olması düşündürücüdür. Bu konuda dinin, siyaset açısından oldukça
önemli bir yer tuttuğu bilinmektedir. Ayrıca siyaset ile din, ilişkiler ağı
içerisinde güçlü bir dinamizme sahip olmakla beraber, toplum üzerinde tahakküm
kurabilen ve bu tahakkümün özgürlük karşıtı baskın bir totalitarizme dönüşümünü
sağlayan yegane iktidar aracıdır.
Siyasetin
din ile ilişkisi bundan ibaret ve bundan öteye gitmez. bu ilişki tek taraflı
bir ilişkidir ve belirleyici olan ise hiyerarşik yapıyı tayin eden politik
etkileşimden başka bir şey olarak dikkate alınmaz.
Din-siyaset,
siyaset-din ayrılmazlığı tezi ontolojik hafızanın dini, siyasi eylem ile birlikte anılmasından ileri
gelmektedir. Günümüzde politik olan, teolojik bir görüntü altında kendini
savunmakta ve rolünü bütünüyle bu minvalde icra etmektedir. Hâl böyle olunca,
siyasetin temellükünde din pragmatik bir anlam ve içerik kazanmış olmakta ve
yapısal anlamda iktidarın kökenini zayıflatan değil onunla özdeşleşen, besleyen
hatta onu otoriterleştiren bir araca dönüşmektedir. Bu da geleneksel dini zayıflatarak
siyasal teoloji geleneğinin şekillenmesine neden olmuştur. Haliyle din ile
dünya arasındaki kopmazlık düşüncesi, din ile siyasal otorite arasındaki
kopmazlığa evrilmiş oldu.
Yorumlar
Yorum Gönder