Kürtler: Millet Olamayan Halk
Osmanlı’da Fransız Devrimi ile birlikte birçok ulusun durumu radikal olarak değişir. Birçok ulus devrimle birlikte self-determinasyon merkezli ulusal mücadeleye başlar. Öncelikle kendi yurtlarında özgürleşmeyi amaçlayan bu hareketler, sıklıkla Osmanlı idaresinden azade olmanın yollarını arar. Ulusal birliğini sağlamış her ulus, dönemin egemen gücüyle bağını kopartan bir çaba içerisine girer. Yüzyıllardır boyunduruk altında yaşan bu uluslar, devrimin sunduğu tüm nimetlere kavuşarak modern dünyada politik bir aktör haline gelir. Bağımsızlaşmanın teba toplum, yurttaşlık veya bireysel düzeyde mümkün olamayacağına inanan bu uluslar böylelikle amaçlarını gerçekleştirmek için doğrudan bir çaba içerisine girerler.
Aslında konumuz ne Fransız Devrimi’ni uzun uzadıya ele almak ne de Osmanlı idaresindeki ulusların bağımsızlığı. Ancak 19. yüzyıl, Fransız Devrimi ile birlikte siyaset felsefesinin ve klasik anayasa hukukunun da yüzyılıdır. Bu yüzyılda ulus devlet, halk egemenliği ve ulusların bağımsızlığı ilkesi güvence altına alınmıştır. Milliyetçi hareketlerin başarılı ya da başarısızlığı bu yüzyılda gelişecektir. Kürtlerin işte bu milliyet ilkesi çerçevesinde kendilerine yer bulma arayışında nerede konumlandıklarına ilişkin tartışmalar önemli bir araştırma konusudur.
Kürtlerin Devrimle birlikte ne tür
bir tavır takındıkları, onu nasıl karşıladıkları veya nasıl bir kararsızlık
gösterdikleri konusunda akılcı argümanların olmaması üzücü bir durum.
Devrim sonrası Kürtlerin diğer uluslar gibi topyekün bir bağımsızlık çabası içerisine girmediklerini biliyoruz. Kürtlerin teba bir toplum olarak Osmanlı egemenliğinde yaşama istekleri birçok nedenden kaynaklı olsa da öne çıkan en önemli nedenlerin başında ortak din (Müslümanlık) denilebilir.
Cumhuriyet dönemine gelince, kanuni olarak Kürtler bir Türk
vatandaşı olarak yurttaşlığa kabul edilirler. Kürtler artık Türk olarak yasal
bir çerçeveye ikame edilir ve entegre olmaya yönelik kültürel bir kimlik olarak
kapsamlı bir asimilasyona tutulur.
Böylelikle Kürtler millet olmayı unuttular. Bu amaç “İkinci Meclis” tarafından açıkça deklere edilmişti: Kürtler ulus olarak kabul edilmemeli, haklar onlara vatandaş/birey oldukları takdirde verilmelidir. Bu egemenlik çatısı altında Kürtler ne siyasal bir ulus ne de ulus merkezli bir topluluk oluşturmamalılar düşüncesi öne çıkar. Kürtler buna özellikle de özendirilirler.
Öte yandan Cumhuriyeti coşkuyla karşılayan Kürt entelijansiyası kusursuz Cumhuriyet
savunucusu haline gelerek Kürtlüğü ulusal bir kimlik olmaktan uzakta tutarak
“Kürt kimdir?” sorusuna yanıt olarak
köktenci bir oto asimilasyon politikasına yöneldiler.
Kürtlerin yalnızca kültürel bir topluluk mensubu olduklarını ve ikamet ettikleri yurtlarına tamamen yabancı kalmaları gerektiğini kanıtlamaya çalışan yüzlerce çalışma bu durumu kanıtlamaktadır. Kürtlerin vatandaşlık/yurttaşlık için minnettarlıklarını göstermeleri ve kendini yönetme fikrini reddetmeleri gerektiğine yönelik siyasi, ekonomik ve sosyal çalışmaların bu konuda son derece etkili olduğu söylenebilir. Tüm bunların sonucunda Kürtler ontolojik veya ruhani bağ kurdukları topraklarına karşı sınırsız bir yabancılaşma eğilimi göstermiş oldular. Verilen mesaj da bu yöndeydi.
Kürtlerin mevcut toplumsal ve
siyasal düzen içinde asimile olmaya ve siyasal Kürt kimliğini bırakmaya teşvik
edilmelerini sağlayan başat unsur ise din öğesiydi. Bu geleneksel toplumlarda
din öğesi etkisini korumakta ve ulusal aidiyetin asimilasyonu konusunda son
derece etkili ve sonuç alıcı bir yöntemdi. Kürtlerden istenen dinin korunması
ve ulusalcı/milliyetçi düşüncelerden uzak durmalarıydı. Zira Kürtleri hegemonya
altında tutmanın yegâne yolu da buydu.
19. yüzyıl boyunca Avrupa’yı kateden milliyetçilik hareketleri Kürtleri sarsmış olsa da Kürtler sorunlarını bir ulusal sorun olarak görmekten uzak içsel çözümler üzerinde durmaya devam ettiler. Yani Kürtler için bir ulus devlet kurulması fikri dile getirilemedi.
Bu ulusal tasarının keşfi sırasında Kürtler ekonomik ve politik olarak konunun çok dışında tasarımlarla meşguldü denilebilir. Politik Kürtlüğün altyapısını oluşturmada birçok fırsatı kaçıran Kürtlere yönelik bazı çabalar ortaya konulsa da ancak bu çabaların hiçbiri Kürtleri uluslaşmaya ikna edemedi.
Baskın ve sürgün dolu yıllar
boyunca dışlanan Kürtler, diğer uluslar gibi kendi geleceklerine ilişkin kayda
değer bir şey yapamamanın acısını ne denli yaşadılar bilinmez ama onu izleyen
asimilasyon eğilimleriyle karşı karşıya kalmakla birlikte ne diğer uluslar gibi
özgürleşebilmiş ne de zaten bunu arzulamış oldular. Bir başka deyişle, iç
kavgalar ve bölünmelerle mümkün olabilecek ve tüm tarihi kapsayacak bu ulusal
travmayı henüz atlatabilmiş değiller.
Geleneksel ulus bilincinden koparak sol, İslamcı ve liberal politik hareketlere katılan yüzlerce Kürt siyasetçi, okumuş ve aktivist politik toplumsal hareketliliğe birçok katkı sunmuş olsalar da kafalarında Kürtlüğü uluslaştırma düşüncesine yer vermediler. Düşüncede spekülasyonlara yönelenenler ise çıkış noktası olarak “Türkiyelileşme” veya “İranlılaşma”yı önermekle yetindiler.
Oysa onlar politik
Kürt kimliğini yadsımadan da özgürlük için mücadele edilebileceğini ve modası
geçmiş bazı düşünceleri reddedilebileceğini gösterebilirlerdi. Bir taraftan
geleneksel kalıplara sıkışıp kalmış İslamcılık, diğer taraftan ondan daha katı
klasik bir geleneği sürdüren sol, “Kürt sorunu”na özgün yanıtlar vermeye
ideolojik olarak yeterli değildi. Bunun için ulus ve devlet ilişkisini yeniden
tanımlayacak Kürt yaşamını yorumlayacak milliyetçileri beklemeleri gerekecek.
Kuşkusuz Cumhuriyet yüzyılı, tümüyle Kürtlerin
yaşamını etkilemiş derin altüst oluşların gerçekleştiği bir dönemdir. Ekonomik
kısıtlamalar ve politik baskılardan kaynaklanan bu durum, Kürt yerleşim
merkezlerinin boşaltılmasına ve kitlesel yerinden edilmelere neden olmuştur. Bu
hareketlilik, Kürt yaşamında geleneksel Kürtlük ilişkilerinde bir kopukluğun
yaratılmasında önemli bir yer tutar. Çok
sayıda Kürt bu köksüzleşmeyi, şehirleşmeye açılım olarak görse de gerçek bunun
çok daha ötesinde Kürtler irili ufaklı sol ve İslamcı hareketler için adeta bir
şans olarak görülmekte ve legal illegal birçok örgüte militanlık yapmaya uygun
insanlar olarak nitelendirildiler. Her şey mümkün gözükmekte ve bunun
yansımaları İslamcı-solcu ütopya ve kurgularda hissedilmekteydi. Bir politik
tasarım olarak Kürtlüğün geleneksel bu çelişkileri aşması sürecinde doğacak
ulusal bir hareketin kollektif bir boyutta çok önemli şeyler başarabileceği
mümkün.
Osmanlıcılık ve Kürt sorunu-Sosyalizm ve Kürt
sorunu-İslamcılık ve Kürt sorunu 20. yüzyıldan 21. yüzyılın başlarına kadar en
çok tartışılan konuların başında gelir. Büyük politik akımların ortaya çıktığı
bu dönemlerde Kürtler ile Osmanlıcılık, Sosyalizm ve İslamcılık arasındaki tartışmalar
oldukça karmaşıktır. Ancak Kürtlerin
politik yönelimleri çok çeşitli olsa da tüm bu tartışmaların özünde Kürtlere
millet/ulus olmayı unutturan ve hatta engelleyen politik bir amacın olduğunu da
belirtelim.
Uluslaşma Kürtleri politikaya dâhil etmenin en önemli
sacayağıdır. Ancak bu özgürleşmeyi destekleyen ve Kürtlerin geleceğine ilişkin
ulusal bir çözüm dâhil pek çok modelin tartışılmasını sağlayacak ulusal
mücadeleyi içeren bir Kürt milliyetçiliğinin olmayışı büyük bir eksikliktir.
Kürt toplumunun kurumsal temellerini merkeze alan bir yönetim modeli programına
sahip olmayışı bu eksikliği daha da derinleştirmektedir.
Böylelikle Kürtlerin modern dünyadaki yerini ve kimliğini dönemin kavramsal araçlarıyla belirlemeyi hedefleyen ulusal bir yansımanın sonu olarak Kürtlük politik bir kimlik olarak algılanabilir.
Kuşkusuz bu Fransız Devrimi’nin doğurduğu uluslar ideolojisinin bir ürünüdür.
Tüm ulusların kendi yazgısını belirleme hakkı vardır; bunun dışındaki
ayrılıklar ise “ulus”un tanımı üzerinde ortaya çıkmaktadır. Birçok politik
hareketin öncüleri olmalarına karşın Kürtlerin kendi içlerinde ulusal bir
hareketin doğmayışı nasıl açıklanır bilemem, ancak Kürtlerin çoğunlukla kendi
dışındaki ulusların kaderinde belirleyici oldukları gerçeği göz ardı edilemez
Yorumlar
Yorum Gönder