Kürtlüğün Yeni Yüzü: Paradoksu Aşmak

 Kürtler ne istiyor? Sorusu ağır bir zihinsel bunalıma işaret etmekle kalmıyor, içsel tutarsızlıklar ve sarsıcı çelişkilere de işaret ediyor. 

Bu sarsıntı aynı zamanda bize “Kürt sorunu”nun otonomluğu, doğası, politik felsefesi ya da egemen ulus ile kurduğu paradoksal ilişkileri anlamamıza da olanak tanır. 

Buna göre, gerek sorunun tarihi ve gerekse de egemen uluslar ile kurduğu paradoksu anlamak ve ortadan kaldırmak için her şeyden önce uygun tarzda politik bir dizi argümantasyonu değerlendirmek gerekir. 

Birbirini besleyen ve rasyonaliteyi dışarıdan bırakan bu ilişki bugüne değin Kürtler açısından olumsuz birçok olayın gerçekleşmesinde etkin bir rol almıştır.  O halde Kürt politik epistemolojinin aşamadığı bu gerilimi veya paradoksu düşünmenin bir imkânı olarak konu birkaç açıdan ele alınabilir.

 Bunun da öncelikli adımı duygusal ve popülist söylemlerin ötesine geçerek hem yerel hem de evrensel anlamda ulusal soruna daha sistematik bir yaklaşım önerilebilir. 

Ulusal bir soruna yönelik duygusal ve popülist söylemlerin, sorunun sistematik bir şekilde ele alınmasını engellediği söylenebilir.  Dolayısıyla bu hem yerel hem de evrensel düzlemde rasyonel bir yaklaşıma duyulan ihtiyacı gerektirir. 

Bir başka deyişle duygusal söylemler, genellikle tarihsel acılar ve mağduriyet etrafında şekillenirken, popülist söylemler kısa vadeli kazanımlara odaklanarak derinlemesine çözümleri gölgede bırakmaktadır, bu da Kürt meselesinin çözümünde analitik bir dönüşümün gerekliliğini şart koşuyor.

Bu durumda bize düşen konuya belirli bir rasyonalite anlayışı doğrultusunda anlam vermektir. Böylelikle Kürt siyasalı ulus merkezli ya da ulusal soruna dair uygun ve kendi geleceğine karar verebilen kurumsal bir özne olarak karşımıza çıkmış olur. 

 Bir başka deyişle ancak bu çerçevede ulusal sorun bir azınlık, etnik veya kültürel bir alt kümenin/grubun meselesi olarak değil, tarihsel ve politik süreç olarak ele alınmış/tanımlanmış olur.

Kürt siyasalının ulus merkezli ve kendi geleceğine karar verebilen kurumsal bir özne olarak tanımlanması zorunlu bir durumdur.  

Zira bu, Kürt ulusal mücadelesinin yalnızca bir tepki hareketi olmaktan çıkarak, kendi içinde kurumsallaşmış, özerk ve meşru bir politik aktör haline gelmesiyle gerçekleşebilir. Haliyle ulusal sorunun bir kültür sorunu olarak değil, tarihsel ve politik bir proses olarak ele alınmasına işaret eder. 

Elbette bu yaklaşım, Kürt meselesini modern ulus-devlet paradigması içinde yeniden çerçevelendirme çabası olarak da görülebilir.

Öte yandan ulusun sadece var olmasına yönelik bir vurgu yetmez, onun kendi kendini yöneten bir hukuki momente (self-determinasyon) sahip olduğuna da dikkat çekilmeli. Nihayetinde ulus/millet sahip olduğu bu normatif yönüyle anayasal meşruiyetin de uygulayıcısıdır. 

Dolayısıyla Kürt siyasal öznelliğinin ulus-merkezli bir perspektiften tarihsel ve politik bir süreç olarak yeninden tanımlanması gerektiği söylenebilir. 

Evrensel düzlemde ise, Kürtlerin self-determinasyon hakkı, uluslararası hukuk ve insan hakları çerçevesinde ele alınabilir; makul olan da budur. Zira ulus ancak kendi geleceği konusunda karar verdiğinde politik olanın varoluşsallığını gerçekleştirmiş olur.  

Politika bir “karar” olduğuna göre, ulus da gelecek merkezli bir “karar” hakkına sahip olmalıdır. Dolayısıyla “poltik olan” ile politikanın aynı temelde bir araya gelmesi, ulusun da kurucu bir hukuki meşruiyetin hem üreticisi ve hem de uygulayıcısı olduğu fikrini öne sürer. 

 Bu nedenle ulusun meşruiyet alanı ancak politik olan durumunda ortaya çıkan bir kavram olarak ele alınabilir.  

Bir ulus ancak kendi kaderini belirleme hakkına sahip olduğunda ya da buna karar verme kudretine sahip olduğunda varoluş praksisini gerçekleştirmiş olur. Bu karar ancak ulusun geleceği üzerinde her türlü tasarruf ve kudrete ilişkin politik eylemlerini politik birlik kapsamında gerçekleştirmesinde ortaya çıkar.

Bu ise, ulus veya ulus adına karar verebilecek ve politik varlığını toplumsal meşruiyetten alan siyasal bir organizasyon ile mümkün. 

Ulusun, geleceği konusunda tam yetki verdiği bu siyasal güç, politik birliğin yanı sıra sınırları belirlenmiş toprak parçasının “özü”nü oluşturur. Bu aynı zamanda politik varoluş bağlamında ulus kimdir? sorusuna cevap niteliğinde bir kavramsallaştırmanın da “nomos”unu oluşturur.

 

Ulus özelinde dile getirilen bu soru, aslında, ulusun siyasal egemenliğinden hareket eden ve ulusal aidiyet bilincinin kimliğini şekillendirir. Ulusa tanınan bu yetki başka bir ulusun egemenliği altında yaşama edimselliğinden özgürleşmeyi gerektirir. Bu hakkın ruhunda ise kendinden olmak fikri yatar.  Bir başka deyişle, sömürgeciliğe karşı girişilen siyasal mücadelenin boyutu kendi kaderini tayin edebilme hakkı ile varlık kazanır.

 Dolayısıyla bir ulusun egemenliği altında kendi rızasıyla yaşamayı kabul eden ve onu benimseyen bir millet kendi kaderini tayin etme hakkına sahip olduğu iddiasında bulunamaz. Nihai aşamada ise sözkonusu hakkın gerçek niteliğinin veya varmak istenilen hedefin ne olduğunun tartışılması önemli bir çabayı gerektirir.

ulusun merkezileşmesi güçlü merkezi bir bürokrasi, yurttaşlık hakları gibi temel formlar ulusal örgütlenmenin daha kompleks bir forumuna işaret etmekle kalmaz; sosyal, kültürel, hukuki ve ekonomik yapılarda ve bir bütün olarak toplumsal yaşamı algılamaya dönük derin bir değişimi de beraberinde getirir. 

Bundan kasıt şudur: politik olanın sınırlarını belli bir tip yaşam biçimi ya da insanın varoluş çabası üzerinden açıklamak. Buradaki temel sorun ise ulus/millet rasyonalitesine merkezi bir düzlemde yer verilmemesi.

Ulusal örgütlenmeler ulusal kimliklerden yalıtılmış olarak tarih sahnesinde görünür olamazlar. Ulusal örgütlenmelerin siyasi amaçları olmadan millet/milliyet merkezli bir politik form üretmezler.

 Ulus merkezli siyasal hareketler sonuçta topluma içkin özellikler taşırlar ve bu içkinlik onların özgül kimliğini oluşturur. Bu nedenle ulusal örgütlenmelerin ulusal özgürlüklere ilişkin bakış açıları bir bütünleştirme ve meşruiyet eylemine yöneliktir.

Bir ulusun kendi geleceğini kurma inşası rastlantısal bir nedene değil, kendi moral ve siyasal değerler bağlamında oluşturabildiği bağımsız örgütlenmelere ve ekonomi-politik yapılanmalara bağıldır. Geçmişte olduğu gibi siyasi tarihi şekillendiren ana etken bu çabaları içerleyen olgulardır.

Tarih insan eylemlerinden ve insan akılsallığından bağımsız bir işleyiş gösteremez; gelişim ancak onu kışkırtan bir neden veya olasılıktan hareketle gerçekleşir. 

Kürtlerin, ulus-altı yapılanmayı merkeze alan “kültüralist” bir söylem yerine özne tipli örgütlenmelere odaklanarak kurumsallaşmaları gerekir.  Bu da bir ulusun tarihsel akış bağlamında kendini temellendirmesidir.  Aksi durumda tarihle olan ilişkimize dair çıkarımlarda bulunamayız. Bulunsak bile bu bizi tarihin öznesi değil, nesnesi yapar.


 

 

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Kürt Milliyetçiliği: İlerleme

Kürtler: Millet Olamayan Halk

"Wilsoncu Moment"in Kürt Milliyetçiliğine Etkileri