İslamcılıktan Post-İslamcılığa “Aşırı Sağ”
İslamcılık ve post-İslamcılık gibi kavram kategorilerin tartışıldığı bu zamanlarda, İslamcı siyasi partilerin iktidarıyla birlikte aşırı sağın yükseldiği görülür. Bunun anlamı, İslamcı deneyimden, niteliksel olarak farklı bir söylem ve siyasetin doğuşuna eş zamanlı olarak tanıklık etmekteyiz. Gerçek şu ki liberal, muhafazakâr, demokratik ve köktenci İslamcılığın görünür olduğu siyaset zemininde aşırı sağın güçlenmesi bir dizi tartışmayı da beraberinde getirmektedir. Bu gelişmelerin yaşandığı vakalar her ne kadar farklı olsa da post-İslamcı trendin İslamcı ideolojik düşünceden koparak aşırı sağ ile kapsayıcı ortaklığı inkâr edilemez. Bir başka deyişle post-İslamcı düşünce ilke ve uygulamada aşırı sağ terendin büyülü havasından esinlenerek toplumsal gerçekliğini yitirmektedir.
Ortadoğu’da post-İslamcılık çerçevesinde “aşırı sağcı” hareketlerin yükselişi önemli
bir tartışma konusudur. Son birkaç yılda
bu tartışmaların yaygınlaştığı söylenebilir. Söz konusu tartışmalarda kilit nokta
post-İslamcılığın aşırı sağın yerini aldığı iddiasıdır.
Kimilerin “geleneksel sağın” başkalaşmış şekli olarak
gördüğü, ancak zaman zaman “post-faşizm” kavramıyla da ilişkilendirilmesi
tartışmaları daha farklı boyutlara taşımaktadır. Bu başkalaşımın klasik “aşırı
sağ” ile ortak yanları gözden kaçmayacak kadar belirgindir.
Kuşkusuz post-İslamcılık, klasik “aşırı sağcı” ana
akım düşünceye özgü kavramları öne çıkarsa da ondan farklı yanları da vardır.
Ancak klasik aşırı sağ ile göbek bağını kopardığı söylenemez.
Aşırı sağ post-faşizm üzerinden kendini nasıl revize
ediyorsa, post-İslamcılığın da belirli
ölçülerde aşırı sağın temel vurgularıyla aynı paradigmayı izlediği iddiası
önemli bir araştırmayı gerektirir. Haliyle birbirini izleyen bu yeni normların
karşımıza İslamcılığa eklemlenmiş ve ulus-devleti, ulusal kimliği şekillendiren
yeni bir aşırı sağ tartışması çıkarmaktadır. Bir diğer ifade ile ulus-devletin
sınır hatlarını şekillendirerek, ulusal kimliğin inşası, yeniden üretimi ve din
ile ulus arasındaki ilişkiyi yeniden ele alan aşırı sağ ile iç içe geçmiş aynı
zamanda bu kimliğin taşıyıcısı kapsamında post-İslamcılık bir durumdan bahsetmek
mümkün.
Ortadoğu’da yaygınlaşan, kimi toplumların yönetimine
damgasını vuran ve ideolojik bir ana akım düşünceye evrilerek post-İslamcılık şeklinde
tezahür eden aşırı sağın bu yapısının yeni bir post-faşizme dönüştüğüne ilişkin
birçok yansımanın olduğu söylemi önemini korumaktadır. Örneğin Batı’da aşırı
sağ ırkçılık, yabancı düşmanlığı ve antisemitizm olgusu üzerinden yükselirken,
Ortadoğu’da İslamcılığın kendini aşırı sağ vurgular üzerinden temellendirmesi
kuşkusuz iyiye işaret olmayacaktır.
21. yüzyılda İslamcı hareketlerin ve teokratik
rejimlerin siyasal ve tarihsel muhayyilesini şekillendiren bu bilinç,
Avrupa’nın klasik faşizmine referans olabilecek boyutlara geldiğine yönelik
vurgular önemli bir tartışma konusu.
Batılı hatta Doğulu siyasi aktörlerin post-faşizm diye
nitelediği yeni radikal İslamcılığı post-faşizm kavramı üzerinden düşünmek
sorunlu olsa da tartışılmaması için herhangi bir neden oluşturmuyor. Bu
kavramın bize geçici, değişen ve kristalize edilmiş bir fenomeni betimlemede
yardımcı olduğu söylenebilir. Bu sebeple klasik anlamda Batı’da post-faşizm ırk
temelli bir düşünce olarak öne çıksa da Doğu’da ırka eklemlenen dini ve mezhebi
kaynaklara dayanılarak oluşturulan bir düşünceden beslenir. Dolayısıyla siyasi
İslamcılığın post-faşizm kavramıyla evrimleştiği söylenebilir.
Bir kavram olarak post-faşizmin çeşitli anlamları var
ama kavramın kendine özgü bir anlamının olduğu da tartışılmaz. Örneğin Batı’da
mitleştirilen ırk, ulus, ulusun üstünlüğü, ulusun yöneticiliği ve seçilmişlik
tezi; Doğu’da inanca dayalı farklı tanımlama ve betimlemelerle kendini
gösterir. Dinen seçilmişlik, yöneticilik ve atanmışlık gibi kutsallaştırılan spritüel
hikâyeler bu anlamda birer örnek oluşturmaktadır.
İslamcılık üzerine sürdürülen tartışmalar elbette hiç
bitmeyecek, fakat her şeye rağmen ırk kökenli siyasal bir doktrine dönüşerek
yeni sağ hareketlerin siyasal bir ideolojisi haline gelmesi düşündürücüdür.
Din, devlet ve ulus arasındaki ilişkiyle öne çıkan
İslamcılığın etnik formasyon ve ulusun inşasını kolaylaştıran bir niteliğe
sahip olduğu inancı, bölgede etnik kimliklerle iç içe geçmesine olanak
yaratmıştır. Ruhani bir inanç sistemi olarak kabul edilenin çok ötesinde
İslamcılık, Ortadoğu’da ulusal kimliğin taşıyıcısı kurumsal bir koruyucu olarak
ele alınmaya başlar.
Ortadoğu’nun çeşitli bölgelerinde farklı özellikler
gösterse de, İslamcılığın geldiği nokta demokrasi ve özgürlük karşıtı paradigma
üretiyor olmasıdır. Buna dayanarak, radikal sağ merkezli hareketlerin yeni
faşizmler üretirken ırk kavramın ötesinde İslamcılığın ideolojik
sürekliliğinden yararlandıkları söylenebilir.
Dahası artık İslamcılık ideolojik seviyede klasik bir
düşünceden ziyade ırk merkezli ulusal hareketlerin varlık gösterdiği bir
matrisler kombinasyonu olarak inceleme konusu olabilir.
Bir başka deyişle İslamcılığı nitelendiren şey onun
tarihselliği değil değişken, dalgalı ve siyasal bir iktidarın baskı aracı
olarak kullanılmasıdır. Bu da onun ideolojik içeriğini yeterince açıklar.
Aşırı sağın ideolojik bir fenomen
olarak İslamcılığı öne çıkarması ve onu yeni bir prosesle, farklı siyasal
yöntemlerle kristalize etmesi birçok yönden ele alınması gereken bir konudur.
Son yaşananlar göz önünde bulundurulduğunda akabinde iyi bilinen otoriter bir
rejimin kaçınılmaz olduğu görülür. Sunulan
ideolojik ve siyasi referanslar çok az değişime uğrasa da İslamcı siyasetin
sahnedeki konumlanması hep bir süreklilik gösterdi.
Ortadoğu’da dinin politik bir
kültür ve kimlik olarak devlet ile özdeşleşerek siyasallaşması ırkçı ulusal parti
ve kurumların güç elde etmelerine önemli bir zemin hazırlamıştır. İslamcılık bugün artık yıkıcı bir güç olarak
ırk merkezli siyasal iktidarların kurumsallaşması için kaçınılmaz
görünmektedir. İslamcılığın yükselişiyle
birlikte yükselen yeni aşırı sağ hareketlerin normal bir siyasi değişim
sunmanın çok daha ötesinde farklı açılardan örgütlendiği söylenebilir.
Klasik İslamcılık gibi
post-İslamcılık da sistemi tersine çevirerek arzuladığı meşruiyeti elde etmeye
çalışıyor. Bununla birlikte post-İslamcılığı temsilen aşırı sağın daha radikal
bir hale geldiğini de belirtmek gerekir.
Zira her ne kadar İslamcılık
ile aşırı sağ arasında temel çıkış noktaları açısından birbiriyle uyuşmayan
prensipler söz konusu olsa da ulusçuluk gibi hususlarda benzeştiği noktalar
bakımından aralarında pozitif bir ilişkinin varlığı ileri sürülebilir. Geriye
dönüp bakıldığında post-İslamcılığın tıpkı ulusçuluğun yükselmesiyle başlayan
süreçte öncelikli olarak iktidarı hedefleyerek ötekiler üzerinde güçlü bir
hegemonya inşa etmek istediği görülür.
Post-İslamcılık,
post-ideolojik bir beklenti bağlamında aşırı sağın yerini almayı amaçlıyor.
1930’larda Batı’da faşizm kendisini hem liberalizme hem de komünizme karşı
alternatif bir düşünce olarak öne sürerken günümüz de aynı bir beklentinin
post-İslamcılık tarafından karşılandığı söylenebilir. Çökmekte olan merkez
sağın yerine geçerek yeni bir siyasal muhayyileyi canlandırmayı amaçlayan
siyasal İslamcılığın, post-faşizmin politik emellerine yönelmesi onu bambaşka
amaçlara yönlendirmektedir. Bu açıdan bakıldığında post-İslamcılık yeni radikal
sağ olmaktan çok yeni bir post-faşizmi
çağrıştırmaktadır. Yeni sağın anti demokratik değerlerini kendince idealize
edilmiş bir siyasi düzene yansıtan ve onu “muhafazakâr devrim” sloganıyla öne
çıkararak kültürel, siyasal ve özgürlük gibi alanlarda bir umutsuzluk geleneği
yansıtmaktadır.
Post ulusal değerlerin hakîm
olduğu ve “ulusçuluk” fikriyle yeniden şekillenen siyasal İslamcılık, post-faşizmin
bütüncül milliyetçilik prosesinin
etkisiyle klasik faşizmin tipik özelliği olan siyaseti estetize ederek aslında, hem post-faşist hem
de aşırı sağ kültürün politik geleceği
arasında yeni bir proje inşa etmeye çalışmaktadır.
Sol ve faşizm arasında yapılan
tartışmalar yerini bugünlerde siyasal İslamcılık ve post-faşizm arasındaki
tartışmalara bırakırken örtüşen tarafların olduğu söylenebilir. Bir diğer
deyişle, aşırı sağın bıraktığı boşluğu bugün
post-İslamcılık doldurmaktadır.
Siyasal İslamcılığın klasik
anlamda post-faşizm ile bağlantısının olduğu iddiası yeni bir olgu olsa da, muhafazakâr
ve köktenci sağın İslamcılık ile bağlantısının çok daha öncelere dayandırıldığı
gerçeği göz ardı edilmemelidir. Siyasal İslamcılığın iktidarda olduğu ya da
ciddi bir şekilde güçlendiği Ortadoğu toplumlarında katı etnik faşizmin
etkileri gün geçtikçe artarken İslamcılığın bambaşka bir şeye dönüşerek siyasal
bir güç kazandığı görülebilir. Yönetimlerin kurucu bileşeni olan İslamcılığın aşırı sağ ile kurucu ortaklığı ve hatta yerine mukim politikaları bunu
doğrulamaktadır. İslamcılığı bugünlerde “bastırılmışın geri dönüşü” tezi
üzerinden okumayan düşünürler, onu post-faşizmin ana akım paradigması haline
geldiğine dikkat çekerler.
Köktenci ulusalcı sağ, dini kimlik üzerinden kendini yeniden güncelleyerek önemli bir
toplumsal taban elde ederek yükselmektedir. Bu sebeple İslamcılık artık geçmişe nostaljik bir bağlılıktan çok daha uzak
durmakta ve kendisini köktencilik, ulusalcılık üzerinden yeniden görünür hale
getirerek ulusal kimliğin koruyucusu ve kollayıcısı olarak betimlemektedir.
Bu yeni duruş, post-İslamcılığı
demokrasi, insan hakları ve özgürlükler karşıtı ulusal bir ideoloji ya da sınır
çizgisi olarak öne çıkarmaktadır.
Başlangıçta her ne kadar post-İslamcılığın anti-faşizm karşıtı bir düşünceden filizlendiği söylense de
zamanla onunla aynılaştığı da bir o kadar gerçek durmaktadır. Öte yandan bu
bağlantının inşasının köktenci sağın mirası üzerinden geliştiği şeklinde
yorumlanabilir.
Yorumlar
Yorum Gönder