Yaza Dönüşmeyen Baharlar
Kürtlerin sahip olduğu kısmi yetkiler Cumhuriyet ile birlikte
bir çırpıda rafa kaldırılır. O yıllarda Kürtler idari ve kısmen siyasi
özerkliğe dayalı hâkim konumunu büyük ölçüde yitirir. Büyük sarsıntılara neden
olan “devrimler”le birlikte Kürtler, Cumhuriyetin tekçi politikalarıyla karşı
karşıya kalır ve tırpanlama başlar. Kısa sürede askeri otokrasiye dönüşen
Cumhuriyetin Kürt politikaları hız kesmeden devam eder. Boyun eğmek istemeyen
Kürtler karşı koymak istediyseler de başarılı olamadılar. Bir başka ifadeyle,
güçlü bir merkezi otoriteden ve yanı sıra uluslararası destekten yoksun olan
Kürtler, hak ve özgürlüklerine ilişkin amaçlarını hiçbir şekilde
gerçekleştiremediler. Ancak şu unutulmamalıdır ki, Kürtler rejim değişikliği
karşısında pek çok kez belirleyici etkiye sahip ulusal mücadele örneği ortaya
koydular. Kısa vadedeki yaşanan başarısızlık irdelendiğinde farklı nedenlerin
olduğu göz ardı edilemez.
Kürtlerin
Türkleştikleri görüşü hâkim olsa da milli/ulusal duygunun hâlâ derin ve zengin
köklerinin olduğu söylenebilir. Bir başka deyişle, Kürtleri bir arada
tutan ortak çıkarlar değil toplumsal zeminde kurdukları ulusal ve dini
bağlardır. Ancak bu zamana değin siyasal zeminde bu coşkuyu tetikleyecek
ve aynı zamanda tarihi ve kültürel bağları pekiştirecek milli/ulusal bir birlik
oluşturacak konuma gelinemedi.
Dolayısıyla
günümüzde Kürtleri bir araya getirecek olan bütünleştirici bir kültür, ortak
bir siyasi bilinç ve ulusal hassasiyet oluşturulamadı. Ancak milli bir devlet
ideolojisinden yoksun olmanın bunda büyük payı olduğu inkâr edilemez.
Kürdistan’daki siyasi ve toplumsal düzensizliğin sebeplerinden biri de söz
konusu millet fikrinden yoksunluktur.
Cumhuriyetin
en önemli başarılarından birisi Kürtleri bir labirente sürüklemenin yanı sıra
Kürt karşıtı ulus merkezli monist bir siyasal yönetimin inşasıdır. Bu, resmi
otoritenin sürekli biçimde kendisini yeniden üretmesine ve topluma kabul
ettirmesini sağlar. Bu sayede Kürtler ve sorunları zaman zaman “derin
dondurucu”ya hapsedilen ve zaman zaman da jeo-politik ve stratejik çıkarları
amaçlayan patolojik bir vaka olarak kalakalır. Bu durum resmi otoriter rejimin
sürekli biçimde kendisini yeniden üretmesine ve Kürtlerin şiddet yoluyla
siyasetsizleştirilmenin en uygun aracı olarak devam eder.
Cumhuriyetin
siyasal sosyolojisi çerçevesinde şekillenen bu ideolojik yapının temel
hedeflerinden birisi, büyük ölçüde Kürtlerin “devr-i sabık” yetkilerini tümüyle
işlevsizleştirmekti. Kendini “asli ulus” olarak gören buna karşılık Kürtleri
hiçe sayan Cumhuriyet, ırka dayalı toplumsal, siyasal ve kültürel tüm
teorilerini bu fikir üzerine kurar. Türkçülük hareketinin otorite isimlerinden
Nihal Atsız da 1933’te “Türk milletinin esası dil değil, ırk ve kan olmalıdır
diyerek Türkçe konuşmanın Türk sayılmak için yeterli olamayacağını savunmuş,
Türklüğün ilk şartını kana bağlamıştır ” (Aktaran, Acar Sevim, Herder, Bilge
Kültür Sanat, s 31). Benzer ifadeler Cumhuriyetin kurucu paradigmasını yansıtan
anayasada da yer alır. Bu nedenle Kürtler açısından Cumhuriyet bir çöküşün
tohumlarının atıldığı bir döneme matuftur.
Eski
düzenin çöküşü de bu durumun habercisiydi. Bir kısım romantik Kürt aydının ve
Kürtlerin temsilini üstlenmiş bürokratın, “Osmanlı’yı yeniden üretme” ve
Osmanlı üzerinden Cumhuriyet eleştirileri ise bambaşka bir fanteziye işaret
eder. Maalesef çoğu eleştiri Osmanlı’ya dönüş tezi üzerinden gerçekleşiyordu ve
tartışmalar kısa-orta ve uzun dönemde Kürtlerin geleceğine ilişkin bir içerik
taşımıyordu. Ulusların kendi kaderini tayin gibi konuların ön plana çıktığı o
yıllarda Kürt aydınlar Osmanlı’ya dönüşü merkeze alan anakronik tartışmalarla
Kürtleri bir çıkmaza sürüklemekteydi.
Bunun
da ötesinde Osmanlı-Cumhuriyet arasında bir çatışma yaklaşımı, Kürtleri sığ bir
düşünsel çerçeveye sıkıştıran anakronik bir paradigmanın gerçek anlamda
gündemleştirilmesiydi. Son tahlilde Kürtler, kimlik ve farklılık taleplerini
nasıl yanıtlayacaklarına ilişkin somut bir yanıta sahip değiller. Dolayısıyla
bu süreçte kimlikleri inkâr olunan, ulusal değerleri dışlanan Kürtlerden
başkası değildi. Benzer şekilde çözüm ne Osmanlı’ya ne de “İttihad-ı İslam”a
dönüş fikrinde. Kürtler bu süreçte kendi gelecekleriyle ilgilenmekten ziyade
bahis konusu bu iki fikrin siyasi geleceği için çok çaba göstermiş oldular.
Tarihi
gelişmelerin de ortaya koyduğu gibi Kürt siyasetinin başat problemi yaşananları
eski ile yeni arasında bir iktidar mücadelesi olarak görmesinde yatmaktadır.
Diğer bir ifadeyle, dönemin Kürt siyaseti kendisini tablonun dışında görmek
yerine içinde görerek neticede karşılıksız bir sonuca razı gelmiştir. Bunun
neticesinde Kürt seçkinlerinin çoğunluğu kopuşa dayalı tezleri de dile getiren
milliyetçiliği değil eski düzende olduğu gibi yeni düzen içinde dar ölçekli
“biz tasavvuru” çerçevesinde kalarak karar mekanizmasının veya kurucu iradenin
asli bir ortağı olarak rol kapamadılar. Dolayısıyla kurucu merkezi iradenin
egemenliği karşısında marjinalleşerek politik etkinliklerini yitirmiş oldular.
Bu
tarihi süreçteki resme bakıldığında şiddet içeren ve zorlama yoluyla Kürtler
dâhil diğer ulusları kontrol altına alarak asimile eden ultra/radikal bir
faşizm dönemiyle karşı karşıya gelirler. Eski rejimin merkeziyetçi tutumu, yeni
rejimin ultra ulusçuluğunun Kürtlere bedeli ise daha da ağır olur.
Cumhuriyetin
tektipleştirme politikaları Kürtlerle iktidar arasındaki ilişkinin şiddetli
çatışmalara dönüşmesi, zorunlu iskânlar, tenkil ve asimilasyon siyasetinin
izlenmesine neden olmuştur. Bir başka ifadeyle, çatışmanın temel nedeni
ulus-devlet teşekkülünde Kürtlerin kurucu unsur olarak görülmek istenmeyişidir.
Osmanlıdan
Cumhuriyete modernleşmenin zeminini bu düşünce şekillendirmiştir. Cumhuriyetin
resmi ideolojisi haline gelen Türk ulusçuluğu/Türkçülük günümüze değin
varlığını farklı şekillerde devam ettirmiştir; laiklik, İslamcılık ve Kemalizm…
Irksal farklılıklar üzerinden temellendirilmeyen ulus-devlet Türklük dışında
hiç kimseye ayrıcalık tanımamıştır.
Tarihsel
süreç içerisinde büyük toplumsal kesimleri etkileyebilmiş, ulusal kimlik
oluşumunda önemli işlevleri olan milliyetçiliğin Kürt toplumunda bir kurtuluş
fikri olarak ele alınmayışı Kürt seçkinler ve aydınların eksikliğidir. Kürtleri
etkilemede dönemin İslamcı ve Batıcı çevrelerin bunda etkisi olduğu söylenebilir.
Batıda aydınlanmacılar, Marksistler ve liberaller dâhil birçok aydın milliyetçi
politikaları tartışırken, Kürt aydınlar dil, kültür ve kimlik ayrımı yapmadan
“Osmanlı millet sistemi” içerisinde hayali bir kimlik inancı ile gerçeğin
üstünü örtüyordu. Bunun basit bir açıklaması da şöyle: Günümüzde bu tez
Türkiyelileşme sistemi üzerinden laik veya İslamcı Cumhuriyete doğru belirli
bir sembolik tasarımla birlikte yol almaktadır.
Kürt
mütefekkir ve düşünürler, Batıdaki gibi tarihsel sürecin öngördüğü toplumsal,
siyasal ve kültürel dinamiklerdeki değişim olgusunun bir sonucu olarak diğer
uluslar gibi kendi gelecekleri konusunda gerekli hassasiyeti göstermekten
kaçındılar. Bu bağlamda tarihi ve toplumsal gerçekliği Kürt ulusal kimliğiyle
algılama konusunda yeteri düzeyde entelektüel çalışma yürütemediler. Batı’da
oluşan milliyetçilik/ulusçuluk düşüncesinin Osmanlı içindeki uluslarda bir
bağımsızlık hareketinin itici gücü olmasını dikkate almayarak kendilerini
Osmanlı milleti sistemi çerçevesinde İslamcılık hayaletine kaptırmış oldular.
1900’lere
gelindiğinde Kürt aydınların kafası oldukça karışıktır. Ancak Türk
entelijansiya için aynı şeyler söylenemez. Ulusçuluğun büyüsüne kapılan Türk
aydınlar, özellikle Alman aydınlarından öğrendikleri eklektik düşünceleri büyük
ölçüde kendi geleneksel yapılarıyla harmanlayarak uyarlamaya çalıştılar.
Elbette söz konusu aydınların amacı öncelikle Osmanlı’nın devamını sağlamak ve
devleti kurtarmaktır. Cumhuriyetle birlikte sekülerleşmeye başlayan devlet,
milliyetçiliği ırkçılık üzerinden kendi ulusçu ve monist fikrine göre yeniden
tanımlar. Bu temelde Kürtlerle ilişkisi çatışmacı bir döneme evrilir. Sonuç
olarak asıl Kürtlere yönelik belli başlı dönüşümleri bu noktada aramamız
gerekir.
Yorumlar
Yorum Gönder