Kurucu özne fikrinin gerisinde yatan nedir?
Walter Benjamin, VII. Tezinde galip gelenlerin ele geçirdiği ganimetlerin, kültürel zenginlik adı verilerek egemenlerin mülkiyetine geçirildiğini söyler. Buna karşılık Benjamin, “tarihin havını tersine taramak” ifadesini kullanır. Benjamin bu ifade ile galiplerin karşısına ezilenlerin geleneğini çıkarmanın yanı sıra tarihi kendi kaderine bırakıldığında yeni felaketler ve yeni barbarlıklar ve ezme biçimleri yarattığına dikkat çeker. Tarihin devlet sahibi uluslarla özdeş kılınması sömürgeleştirilen öteki ulusları mevcut düzen karşısında her türlü değerden yoksun kılarak “kaderin derin
mutlaklığında melankolik bir tabi olmaya yol açar.” Bu
durumda sömürge uluslar kendi tarihine, kültür ve moral değerlerine karşı
yıkıcı bir savrulma yaşar. Tam da burada kültürel zenginlik, ortak kültür adı
verilerek süreç içerisinde tüm bu değerlerin egemenin hâkimiyetine aktarıldığı
görülür. Bir diğer ifade ile egemen sömürgeciliğin ben merkezli tarihsel özne
anlayışı ve bu özne üzerine inşa edilen etik, politik bir iktidarın yanı sıra
yönetim fikri, kurucu bir güç olma düşüncesini öne çıkarır. Tarihsel kurucu
özneyi hükümran olarak kuran bu süreci dikkatimizden kaçırmamalıyız. Farklı bir
öznellik ve kurucu nosyon düşünüldüğünde hiçbir müsamahakârlığın gösterilmediği
görülmektedir.
Sömürgeleştirilen ulusların yani mağlupların kendi
varlık nedenlerini galip olanlar ile özdeşleştirmesi, sömürgeleştirilme
gerçeğinin kabul edildiğini gösterir. Kültürel, siyasal ve ekonomik ilişkilerin
yapısındaki bu dönüşümlerle birlikte uluslar “ben/biz nosyonu”nu yitirerek
sömürge ulusların “alt-kimlik” tanımı çerçevesinde “özbilinç”inden soyut bir düzen
kurma çabası içerisinden şekillenir.
Kurucu
özne fikrinin gerisinde yatan nedir?
Sömürgeci toplumlarda kurucu özne, kimlik veya ulus
fikri “ben” nosyonu üretir, bu aynı zamanda egemen ulusa hukuk karşısında tam
anlamıyla özerk ve istisnai bir konum atfeder. Özerklik ise sözkonusu özneye
ayırt edici bir yetki ve dokunulmazlık yolu da açar. Bu nedenledir ki, “kurucu
özne”nin kendisi öteki karşısında varlığı birincil bir nitelik
taşımaktadır. Örneğin “Türklük”
açısından bakıldığında, söylem veya tanım üst-kurucu hâkim ulusal bir kimliği
temsil eden bir ulusa işaret eder. Kürtlüğün bu özne karşısındaki konumu ise
ikincil/tebaa ve ona bağlı bir alt-kimliğe kadar varır. Bu durumda, yok hükmünde kabullenen bir
ulusun egemen ulus karşısında tam tersi özellikler taşıdığı fark ortaya çıkar. Böylece ikincil kimlik ile özdeşleştirilen ulusun
varlığı egemen hâkim ulus ile kıyaslanarak öne sürülür. “Türklüğün” hakim ve
egemen olduğu ulus devlet formunda Kürtler, eşdeğer öteki olmanın dışında hakim
ulusun sahip olduğu hak ve özgürlüklerden yoksundur, hatta aynı zamanda bu
farkından dolayı hakim ulusun beka dünyasına bir tehdit oluşturmaktadır fikri
öne çıkar. Örneğin cumhuriyetin kuruluş
döneminde “Türk olmayan” uluslar geriye itilerek ilkel, medeni olmayan diye
nitelenirler. Batı’nın, Batılı olmayan uluslar için öne sürdüğü epistemolojik
ve ontolojik ayrıma ilişkin oryantalist bakış bu dönemde Türk olmayan diğer
uluslar için de kabul edilerek uygulamaya sokulur.
Hâkim yönetimlerde egemenlik modern devletin temel
niteliğine ve ayırt edici bir özelliğine işaret ediyor olsa bile, “kurucu
ulusun” öteki uluslar karşısındaki konumunu da belirleyen bir anayasal güç
olarak temerküz eder. Tanım bu haliyle sadece devleti değil ulusa da kapsayan
bir nitelik taşımaktadır. Bu nedenle devletlerin siyasal kimliği ulus eksenli
etnisite üzerinden temellendirilir.
Klasik sömürgecilik tanımı bir tarafa bırakıldığında,
günümüzde sömürgecilik bir ulusun diğer ulusun siyasal ve idari geleceği adına
karar verme yetkisini ele geçirmesidir. Bu ise hâkim ulusun diğer uluslar
üzerindeki hâkimiyet yetkisini pekiştirir. Bir başka deyişle, hâkim sömürgeci
zihniyet, kendini iki yüzü olan Roma tanrısı Janus’a benzetir.
Egemen uluslar açısından sömürgecilik kavramı aslında
hâkim ulusun siyasi ve kültürel köktenci yapılar inşa ettiğini gösterir. Bu
anlamda sömürgecilik aslında bir ulusun başka ulus karşısında bugüne ve
geleceğe hâkim olma halidir. Yani sömürgecilik hep ilk anlamıyla ele alınsa
bile, bizi bugün ile bağlantılı olarak
hem tarihe ve hem de geleceğe götürür. Zira
özellikle siyasal gelişmelerin etkisiyle ve söz konusu sömürgeci araçların
yönlendirmesiyle ezilen uluslara ait her şeyi geçmiş ve gelecek diyalektiğiyle
yeniden şekillendirir. Ulusal bellek bir yana, daha fazla unutulması ve
geçmişle olan bağların kopması şeklinde her defasında revize edilir. Bir başka
ifade ile bağımsızlık düşüncesine olumsuz etki edecek her şey dışarıda
bırakılarak, şimdi nasılsa öyleymiş gibi bir durum yaratılır.
Benjamin’e göre, “Tarih Meleği” geriye bakar çünkü
sömürülen uluslara açısından sahip olunan tek şey geçmiştir; gelecek bu
tarihsel bilinç üzerine inşa edilir; bize kalıntılar bırakan geçmiştir ve
geçmiş ulusların ontolojik yapısına mevcuttur. Yani sömürülen ulusların bu
gerçeği fark edebilmeleri için tarihe bakmaları gerekir.
Klee’nin
“Angelus Novus” adlı bir tablosu var. Bakışlarını ayıramadığı bir şeyden sanki
uzaklaşıp gitmek üzere olan bir meleği tasvir ediyor: Gözleri faltaşı gibi,
ağzı açık, kanatları gerilmiş. Tarih meleğinin görünüşü de ancak böyle
olabilir, yüzü geçmişe çevrilmiş. Bize bir olaylar zinciri gibi görünenleri, o
tek bir felaket olarak görür, yıkıntıları durmadan üst üste yığıp ayaklarının
önüne fırlatan bir felaket. Biraz daha kalmak isterdi melek, ölüleri hayata
döndürmek, kırık parçaları yeniden birleştirmek… Ama cennetten kopup gelen bir
fırtına kanatlarını öyle şiddetle yakalamıştır ki, bir daha kapayamaz onları.
Yıkıntılar gözlerinin önünde göğe doğru yükselirken, fırtınayla birlikte
çaresiz, sırtını döndüğü geleceğe sürüklenir. İşte ilerleme dediğimiz şey, bu
fırtınadır (Walter Benjamin, Yangın Alarmı, Micheal Löwy, Versus, s.76)
“Benjamin’den sayısız kez alıntılanmış ve yorumlanmış”
bu metin hiç kuşku yok ki sömürgeleştirilmiş ulusların geleceğine damgasını
vuran bir tarih ve gelecek tahayyülüne vurgu yapar.
XX. yüzyılı Kürtler açısından “felaketler yüzyılı”
olarak nitelendirmek yerinde olur. Zira yaşadıkları felaketler onlara bir
self-determinasyon ve özgürlük sorumluluğu yüklemektedir. Kürtlerin bunu
yeniden düşünmelerine onlarca neden olsa da yaşadıkları onca şey, onlara elde
etmek istedikleri bir kurtuluş fikrini zorunlu kılmaktadır.
Geçmişin
şimdiki zamanda eleştirisi
Sömürgeleştirilmiş ulusların şimdilerde yaşadıkları
çöküşün etkilerini düşünerek bunu tersine çevirmek için geçmişten ilham
aldıkları bilinir; geleceğin inşası geçmişin eleştirileri üzerinden yeniden
canlanarak somut bir gerçeklik kazanır. Bu tarih fikri ulusal kurtuluş
mücadelesi veren uluslar için etkin bir praksis oluşturur. “Şimdi” ve
“burada”nın öznesi olan ulusların yeni bu sürece yükleyecekleri anlam
geleceklerini şekillendirmede önemli bir yer tutar. Hegel, bu kavrayış olarak
tarihin öznesi olarak “tin”i ileri sürer. Bir diğer deyişle Hegel, tarihi
“tin”in yarattığı bilincin getirdiği özgürlük düşüncesinin insani özgürleşmede
önemli bir yer tuttuğunu ifade eder.
Her ulus kendi özgürlük fikrini içinde taşır ve bunu
miras olarak kendinden sonraki nesillere aktarır. Bu anlamda sömürgeleştirilmiş
ulusların bağımsızlık veya özgürleşme ideali tümüyle yeni ve beklenmedik bir
şekilde tarihsel bir mit düşüncesini beraberinde taşır. Ulusların kurtuluşun
imkânlarını yaratacak her eylemin gelecek açısından tarihsel bir değer taşıdığı
söylenebilir.
Ulusların birincil önceliği kendi tarihsel durumunun
bilincinde olmasıdır, aksi durumda ne politik tarih ve kültür ne de
antropolojik olarak tarih hakkında kayda değer bir şey söylenebilir. Tarihin salt
antropolojik ve kültür bir bilgiyle sınırlandırılması onu depolitize eder ve
sıradan bir toplumsal kültür haline getirerek ulus ile politik/siyasi bağını
koparır. Dolayısıyla, öncelikle içinde bulunduğumuz söz konusu bu tarihsel
durumun farkında olmalıyız.
Siyasi tarih, dünya tarihi boyunca bir evrim sürecinde
ancak “an”/şimdinin zamanı ile ilişkilendirilen tarihte gerçekleşmiş ve
ulusların tarihsel mücadelesi bu minvalde sürdürülmüştür. Düşünce ve varlık gibi, tarih ve ulusal tin
de aynı ölçüde siyasalın iki eşit yüzünü temsil eder, bir farkla tarih,
kendisine yönelmiş ulusal tinin diğer ulusların hâkim kültür ve egemenliğinden
kopuşu yolunda gerekli çabayı zorunlu görür.
Yorumlar
Yorum Gönder